6 Haziran 2016 Pazartesi

1





Jacqueline çalıyor, o ağlıyordu... Teller titredikçe, sanki midesinin üstünde bir şeyler yukarıya doğru ta boğazına kadar geliyor ve vücuduna sığışabilmiş küçücük kalbi, sanki bu büyükçe ve puslu salona sığamayıp kapılardan taşacakmış gibi, her nabızda biraz daha büyüyor ve her köşeye saçılmış notalarla adeta aşık atıyordu. Ve notalar, giderek her yere her köşe bucağa birikiyor, sadece kulaklara değil, bayık iş toplantıları ve ruhsuz seminerlerin sanatsızlığından kurumuş salonun her parçası sanki yeni bir çehre ile kendisini gösteriyordu.

Ne inanılmaz bir şey bu diye düşünüyordu. Ne inanılmaz. İnsanların hepsi koltuklarında dikleşmiş, hipnotize olmuşcasına bu genç icracıyı dinliyor, gelen her ezgiyi kulaklarıyla yakalayıp zihinlerinde başka anılarla harmanlıyor, ağızlarında bir kuruluk, kirpiklerinde eğreti duran bir yaş... İnsan en güzel böyle görünüyor herhalde. İnsan en güzel gözleri yaşlıyken gülüyor, en güzel yaşlıyken gözleri, dokunuyor teni başka tenlere. Ve şimdi de amfi şeklinde yüzünü bir piyano ve bir çellodan ibaret sahneye dönmüş salonda, insanlar da gözlerindeki düşmemiş yaşlarla mest olmuş, ona bakıyorlardı. Arkasındaki siyah dekor perdenin etkisiyle, lahana beyazı teni, o sanki göz kamaştıran bir elmasmışcasına parlıyor aynı zamanda incecik vücuduyla sanki biri kendisine sarılsa elinde dağılıp ufalancakmış gibi görünüyordu.

Bir ağıt(eleige) çalıyordu Jacqueline ancak ağıt gibi değildi o çalınca, kreşendolar daha parlak, geçişler daha canlı, zaten B minörden çalıyorlar ve metronom her zamankinden daha hızlı... Birisi hiçbir şey bilmeden girse ayin yapıyorlar sanır, ve dahi sanmakta da haklıdır. Onlar orada bir çocuğun, ezoterik denebilecek türden bir doğumunu çoşkuyla kutlamaktadırlar. Bir ağıt ne amaçla ya da ne şekilde olursa olsun, ağızdan çıktığı an bir kutlamaya dönüşür... İnsanlar ruhlarında bir şeyler kopup gittiğinde, eğer bu gidişlerin acısını bir şeylere kanalize edebiliyorlar ve bu hissediş başka insanlarda varoluşabiliyorsa işte bu bir kutlama ve bir hediyedir. ancak ve ancak böyle olduğunda insanlar, bu salonda çok az sayıda insanın deneyimleyebildiklerini deneyimleyebilir. K. erkek arkadaşının elini sımsıkı tutarken işte olan da buydu. Bir kaybedişi, bir sanatçının o sonsuz kaybedişlerin ve tükenemeyişerin insanının, kaybedişini, bir kutlama töreniyle kendi ruhlarına katıyor, bu sayede hem ruhlarının menkul kıymetini, hem de evrimsel açıdan, daha iyi genlere sahip olan bir eş şansını arttırıyorlardı. Zaten bütün üst kültürlerin amacı olmasa da, sağladığı bu değil midir?

İşte K. da aşık olduğu adamı, iyi genleri, ya da cesur ve iyi bir kalbi kendisine ait kılmak ve onu evi yapmak adına, yeni evini şımarıkça dekore eden bir yeni gelin edasıyla sevgilsinin zihnini, gıyabi anlamda yeni evini, yontabildiği kadar yontuyor ve kullanılmaya hazır hale getiriyordu, şüphesiz ki fayansların rengini bile değiştiren bu eşsiz sanattaki inanılmaz ahenk zihninin köşe bucağındaki zamansal örümcek ağlarını da temizlemiş ve yuvasını yapmasına bir adım daha yaklaştırmıştı onu. sıcak ve dolgun dudaklar da bunu kanıtlarcasına yapıştı dudaklarına, yine kanıtlarcasına nerede duracağını bildi, kızgın kumların ateşini alan alçak gönüllü münevver dalgalar gibi dudaklarının dibinde görünmesi de bir saniye sürdü, sonrasında zaten birbirlerine karışmışlardı. Ne tuhaftır ki Jacquelin de aynısını yapıyordu... Konser boyunca kah kızmıştı, kah hüzünlenmişti bazen de insanı kendiyle başbaşa bıraktırmıştı kendisine dalıp dalıp... Ama en sonunda öyle ya da böyle törenin de ölme zamanı gelmişti. Hediye verilmişti. Bu kadardı...

Bundan sonra da insan sanata dönüştüremese de kendi ruhunda başlardı ağıt yakmaya... İnsanlar buna anılar diyor... Böylelikle anlatılan her anı da, içerdiği anlar bütünü kötü ya da iyi olması farketmeksizin bir ağıta dönüşüyor ve ağıtın sessizce yakılan bir türü olarak havaya karışıyor çünkü anılar da aslında insanların aralarındaki sonsuz derinlikte hendekleri görmezden gelip umutsuzca doldurmaya çabalamasından başka bir şey değil ve böyle durumlar için olsa olsa ağıt yakılabilir...

Ve K. Ateşini söndüren dalgaları birkez daha, salonun çıkışındaki tuvaletlerde ıslak bir yalnızlığı paylaştıklarında duyuyor, ağıtlara sebep olanların anıtlarını da dikmiş oluyorlar böylece...


Yalnızlığı bir kurabiye gibi kırıp, ağızlarında dağıtıyorlar, birbirlerinin ağızlarında dağılıyorlar. Onlar da zamane gençleri gibi, her kalanda bir gidenlerin kokusunu arıyorlar... Gerçek bir şey değil yaşadıkları. Bir illüzyon. Aslında onlar sadece karşılarındaki boş tuvallere, nasıl sevilmek istediklerini çizen özenti contemproary artistleriydi, yaptıkları iş de zevksiz kübist işler gibi, banal ve hayal gücü ürünü olmaktan uzaktı.  


23 Mayıs 2016 Pazartesi

1

Parmaklarını herhangi bir amaç gütmeksizin, tuşlarının arası kırıntılarla dolmuş laptop klavyesinin üzerinde gezdirmeye başladı. Bir tür serbest yazım(serbest çağrışımın yazınsal türevidir.) deniyordu ancak bu konuda o kadar isteksizdi ki bunu yapması mümkün olmayan-olmadığını kendisinin de bildiği- elektronik sözcük işlemcisinde- gerçekleştirmeye çalıştı.

Ancak, aklına gelen sözcükleri, ekranda yanıp sönen imlece nasıl yazdıracağını kurguladığı kısa sürede, refleksif bir inisiyatif kullanarak bu sözcükleri, pratik bir kurgusallığa oturttu. Çünkü o bir yazardı. Bir yazar kasa gibi ya da stenograf ya da Hewlett-Packard’ın şu kartuşlu pahalı modellerinden. Kendisi bu varyantlarıyla arasında yedi fark bulamamaktaysa da bir yazardı.

küçük kız giderken geriden gelen sesi duyuverdi ve arkasına baktı ancak kulaklarıyla duyduğu şey kanıydı sevdiklerinin ve sevdiği tek şey hayalleriydi ve gelmeyecek olan mutlu anlarıydı çünkü kız mutlu olmanın mutsuz olmak anlamına geldiğine karar kılıyordu” Şu saçmalığa şöyle bir baktı. Yalnızca ama yalnızca saniyenin yüzde birinden de az sürede-o da- estetik kaygılarla, müdahale ettiği bu metin tamamen -Freudyen bir bakış açısı ile- bilinçaltının ona seslenişi idi. Bunu büyüleyici buldu. Hep bulmuştur.

Mutlu olmak, mutsuz olmaktır” diyordu genel olarak… Bilinçaltı hakkında bildiklerini düşündü. Bilinçaltı kavramı, bilimsel anlamda ilk kez Analitik Psikoloji literatüründe akademik çevrelere gözünü açmış, kararlı-ve çağdaşları arasında en tutarlılarından- bir Ateist ve daha önemlisi psikanalist olarak, Freud Tarafından psikoloji incelemelerindeki okültist hegemonyayı ortadan kaldırmak adına oluşturulan-başı dik anlı açık olarak-kaynağını yine duyusal dünyadan-yani bir anlamda materyalden, metadan- alan ancak bilinçten geri kalan bütün uyarıcıların oluşturduğu bir zihin katmanını tarif ediyordu.

Bilincinin bu katmanında süre gelen bir savaş olduğunu çoktandır, düşünüyordu… Ancak, bilinçaltı denince aklına istemsizce halı altına süpürülen kırıntılarını görüntüsü geliyordu. O neleri süpürmüştü halı altına da böyle bir içsel savaşımın üzerinde yüzüyordu zihinsel melekeleri? “Bir kere” dedi, “hareket ediyor bunlar.”. Eğer bir savaşım varsa, bunun temel etmeni harekettir diye düşündü. her şeyin vektörel anlamda bir yönü olduğunu düşünürseniz-evet aklınıza gelen her şeyin niteliklerinden doğan bir ivme ve yönü vardır, ancak ilerleyen zamanlarda kafanızın karışmaması açısından bunu iki boyutlu bir kare metot defterindeki ok yerine 3(hatta 4) boyutlu olarak düşünmenizi rica edeceğim.- savaş bu vektörlerin çakışmasından başka neydi ki?

Sonra aklına şöyle çarpıcı bir şey geldi. Aslında bu savaşım, insanın elini kolunu oynatması, trafikte hatalı sollama yapan şoföre bağırması, dolapta kendinin satın almadığı bir yiyecek gördüğünde nerden geldiğini sorgulaması gibi bir şeydi… Yani doğaldı… Ancak bu savaşıma sahip olmayanlar ayrı bir türe mensuptu toplumda… Bunlar her sosyoekonomik katmanda farklı şekillerde ortaya çıkmakla beraber, genelde sosyoekonomik katmanlarda yukarı çıkıldıkça bu insanlar yerlerini “mutlu-şişkolar”a bırakıyordu… Son söylediklerinin havada kaldığını fark ediyordu, ancak tanıştığı birçok basit tabir edilebilecek insanın, toplumda iyi ya da görece kötü bir sürü yerden olduğunu görmüştü.

Ancak tabii ki de basit olmak aptal olmak değildi… Hatta bu basit insanların daha zeki yaratıklar olduğunu söylese, fazla ileriye gitmiş olmazdı. Basit olmak hayatta yalnızca bir ve sıfırların olması demekti onun için. Bu insanlar, kötü ve iyi(ve Nietzschevari bir FENA!) nın ayırdından tutun basit bir iki kere iki dört eder önermesine kadar her şeyi, kolayca tasnif edebilir ve pratik sonuçlara ulaşabilirler. Ancak bu insanlar 0.456 gibi bir sayının varlığından habersizdir. Bu insanlar soru sormak için değil somut problematiklere, çözümler getirmek için vardırlar.

Bu düşünceyi nispeten güvenli bir sokağa park ettiğinde, tümceye geri döndü.

Mutlu olmak nasıl mutsuz olmak oluyordu? Bunu şöyle açıklama yoluna gitti, mutlu olmayı basitçe “gerçekleşmek” olarak tanımladı… peki gerçekleşmek neydi? Toplumlarıın çoğunda insanlar varoluşlarını iki farklı zaman diliminde yani yaşam süresince ve sonsuzda, iki farklı yapı kullanarak tanımladı. Bunlardan birisi din diğeri ise amaçtır. Biri mistik diğeri ise evrimsel süreçte gelişen aklın geliştirmiş olduğu en temel düşünsel disiplindir. Ve insanlar varoluşlarını, bunun farkında olsunlar ya da olmasınlar bu iki ussal düzlemde de tanımlamak-ki bu tanımın her iki düzlemde de oluşmayacağı kesin olduğuna inanıyordu.- için amaçları ve inançları yarattı. Ve gerçekleşmek aslında tanımlanmak oluyordu. Ya da tanımlanmaya mümkün mertebe yaklaşmış olmak…

“Ya şuna ne demeli” diye geçirdi içinden “arkasına baktı ancak kulaklarıyla duyduğu şey kanıydı” Sadevari bir erotizm kokuyordu bu satırları da… Ama hoş bir duyusal aktarımı vardı ve romantik bir ironi yaparcasına kendi evreninin dışında da doğruydu bu aktarım. “Alışmışta olsam, hala fazla sessiz olduğumda kulaklarımın içinde kırmızı kanı duyduğum olur, bunun olduğu başka istisnai durumlar da söz konusudur. Bizler hayatı duyduğumuz kadar, kanı da duyarız ve belki bu kan bize, derinlerde bir yerde her insanda var olduğuna inandığım hırçın mizacı kazandıran şeydir.” İnsanın kulaklarında, ölümüne geri sayan bir saat vardır. Ve bu saatin asla göstermeyeceği bir zaman: Her şeyin anlam kazandığı zaman.

Pis pis güldü.

Beyin kıvrımlarında şekerli likör geziniyordu sanki, bir hoşluk yayıldı kafasının içinden, vücuduna…

Filozof gibi hissetti ve manzarasına ayaklarını uzattığı yeşilliğe doğru “cebimin filozofu, hay!” diye söyleyiverdi, Kısa Kent için cebini yoklarken… bulduğunda da acımaksızın ucunu ateşe verdi dalın ve derince bir nefes çekti. “Babam haklıydı” dedi, bir nefes daha çekti… “hafız olacaktım ben! Sartre okuduk da başımız göğe mi erdi?! Sartre okuduk diye SSK primlerimiz mi ödeniyor? Aydan aya Ziraat’a 3000 lira mı yatıyor?”

bir nefes daha çekti.

Davutpaşa’dan yukarıya doğru esen rüzgar, çenesini üşütüyordu ve gözleri yoğuşan nemden dolayı yaşlarla dolmuştu. Gözlerini sildi sigarasını iyice sömürdüğünden emin olup doğada çözülmesi ve kendisine yeniden bir sigara olması şartıyla önünde uzanan çimenliğe attı. Arkasında kocaman kampüs uzanıyordu… Kışla’nın barok sayılabilecek silüeti ağaçların arkasından kendisine bakınmaktaydı ancak o ona sırtını dönmüştü. Yan çıkıştan çok alakası olmadığı halde devamsızlıklarını harcadığı Fen-Edebiyat fakültesi olacaktı. Zaten onun için saat sayıyordu o da.

İnsanlar erekleri doğrultusunda o derslikten bu dersliğe koşup duruyorlardı… Boş zamanlarında kafelere akın ediyor, yanlarında insanlar varsa onlarla vakit geçiriyor belki kitap okuyor ya da müzik dinliyorlardı.


Dizlerinin üzerindeki laptopunu çoktan kapatmıştı… Beyninin mazotu haline gelmiş olan nikotinin emilimi yeterli seviyeye gelince düşünmeye devam etti…  


Blog Archive